Ana Sayfa Twitter Linkedin Instagram  

Oyunun İçine Girmeye Var Mısın? Hafize Çınar Güner - Sanat Kritik - Ocak 2021

Oyunun İçine Girmeye Var mısın? * Hafize Çınar Güner - Sanat Kritik - Ocak 2021

https://sanatkritik.com/yazilar/oyunun-icine-girmeye-var-misin/

Ülkemizde çocuk edebiyatı her yıl biraz daha zenginleşiyor ve yaygınlaşıyor. Özellikle son on yılda kurulan yayınevlerinin sayısına, basılan kitapların niteliğine ve niceliğine, yurtdışına açılan kitapların içeriğine, bu alanda ürün veren sanatçıların portföyüne baktığımızda bu gelişmeyi rahatlıkla görüyoruz. Yaşanan pandemi ve içinde bulunduğumuz ekonomik krizin bu gelişmeye gölge düşüreceğine dair bir endişem de yok. Evet, zor günler geçiriyoruz ve daha da kötüsü daha da zor günlerin bizi beklediği açık! Ancak artık bir eşik atladığımıza ve o eşiğin gerisine de kolay kolay düşmeyeceğimize inanıyorum. O eşiğin ne olduğunu sorarsanız yerelden evrensele uzanan yolu keşfettiğimizi söyleyebilirim. Yıllarca bolca çeviri kitap okuduk ve okumaya da devam ediyoruz ama anladık ki iyi kitap yazmak sadece o çeviri eserlerin izinden gitmekle olmuyormuş. Kendi dilimizin, kendi derdimizin, kendi zenginliklerimizin peşinden gitmek bizi sahici ve güçlü kılıyormuş.  Bu yüzden bu sayfadaki hemen hemen her yazımda çeviri ve telifli çocuk edebiyatı dengesini kurmaya ve elimden geldiğince bu coğrafyanın öyküsünü anlatan kitaplara yer vermeye çalışıyorum. “Bu Yol Kimin Yolu?” adlı yazım bu bakış açımın en somut örneklerinden biri olarak okunabilir.

Yılın ilk yazısında da bu toprakların kültürel mirasını konu alan ancak bunu yaparken çocuk oyunbazlığından da taviz vermeyen, eğlenceli ve merak uyandıran bir kurguyla kaleme alınmış Gizemli Tarih Oyunu serisine yer vermek istedim.  Seri, Karain Mağarası’nda başlayıp oradan Göbeklitepe’ye daha sonra da Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne kadar uzanıyor. Tüm bu sıralama elbette ki tesadüf değil! Bir arkeoloji müzesine girdiğinizde de serginin ilk bölümünün Paleolitik döneme ayrıldığını ve tüm sergilemenin tarih çağlarına göre sıralandığını görürsünüz. Aynı zamanda arkeolog olan yazar Ekmekçioğlu da okurlarına tarihi çağları tıpkı bir müzedelermiş gibi doğru sırasıyla aktarmayı seçmiş.  Bu sıra arkeolojiyle yeni tanışan okur için hayli önemli. Tarihin, zamanın çocuk okur için soyut bir kavram olduğunu düşündüğümüzde ise bu sıralayış daha da önem kazanıyor. Tarih çağlarının sıralanması da elbette beraberinde o çağa ait tarihi ören ya da müze yerine götürüyor okuru. Neolitik dönemde şu sıralar çok gözde olan Göbeklitepe’ye haklı olarak yer verilse de Göbeklitepe’nin Kayıp Heykeli adlı serinin ikinci kitabında Çatalhöyük de okura her yönüyle tanıtılıyor. İşte tüm bu kıymetli bilgilerin aktarımlarına rağmen yazar didaktik olmaktan uzak durabiliyor. Serinin üç kitabında da yazarın değil kahramanların sesini duyabiliyoruz. Bunun sebebi ise yazarın oluşturduğu oyunsu kurguda yatıyor. Çocuk okur kendini rahatlıkla özdeşleştirebileceği dokuz yaşındaki karakterle hemen kendini oyunun, yani kitabın içinde bulabiliyor.

Taş Çağından Teknoloji Çağına

Anne ve babası arkeolog olan Ufuk, ailesi kazıdayken yaz tatillerini büyükanne ve büyükbabasının yazlığında geçirir. Tarihe, arkeolojiye, dinozorlara çok meraklı olan Ufuk’un bir başka tutkusu da resim yapmaktadır. Sıradan bir günlük tutmak yerine resim günlüğü tutarak kendini ifade eder. Tabii bir de tüm yaşıtları gibi tabletiyle film izlemeyi ve oyun oynamayı çok sever. Hatta günün birinde kendi oyununu yapmayı hayal eder. Dokuz yaşına geldiğinde ise anne ve babasıyla kazı alanına gitmeye, yazı orada onlarla geçirmeye başlar. Tüm yazı kavurucu güneşin altında bin bir emekle toprağın altından binlerce yıllık eserleri çıkarmaya çalışan arkeologlar ve onlara yardım eden kazı işçileriyle geçirmek aslında bir çocuk için hiç de kolay değildir. Ama Ufuk asla sıkılmamaya kendi kendine söz vermiştir. Sırt çantasını alarak keşfe çıkar. Eğer görmeye niyetliyseniz ve bakmak için de emek verirseniz hayat size mucizelerini sunabilir. Ufuk için de öyle olur; Karain Mağarası’nda tanıştığı bir Mikroraptor ile kendini gizemli olayların içinde bulur. Bu gizemli olaylar uzun zamandır yapmayı düşündüğü bilgisayar oyunu için ona ilham verir. Ufuk,  herkesin çok severek oynayacağı, hatta serinin üçüncü kitabından öğreneceğimiz üzere dünyanın öbür ucundan bile kıskanılacak bir tarih oyunu yapmayı başarır.  Aslında bu oyunun bu kadar başarılı olmasının başka bir sırrı vardır. Bu sırrı üç kitap boyunca sadece üç çocuk, bir de okur bilecektir!

Üç kitaplık bu seriye genel olarak baktığımızda yazarın sadece arkeolojiyi tanıtma, tarihi anlama ve ona sahip çıkmanın önemini vurgulamanın ötesinde çağımızda yaşanan pek çok kavrama da değindiğini görüyoruz. Serinin son kitabında başarıya, güce olan hayranlık dikkat çekiyor mesela. Ufuk’un oyunu hacklendiğinde arkadaşları bir anda birer zorbaya dönüşebiliyor. Asıl zorbalığı yapan Aten’in yalnızlığı, sevgisizliği ise her şeyi açıklıyor. İkinci kitapta ise Göbeklitepe’deki kazı alanından çalınan bir heykel var. Yazar sıradan bir dedektiflik hikâyesine soyunmayarak yaşadığımız coğrafyanın acı gerçeğiyle baş başa bırakıyor bizi. Değer bilmezliğin altını çiziyor. İçimiz burkuluyor ama umutsuz da kalmıyoruz. Çünkü tüm bu çirkinlikle mücadele edebilecek iyilik tohumları ekiyor yüreğimize. Mücadelenin yaşamın her alanında olduğunu da zaten üçüncü kitapta sıkça görüyoruz.

İlk kitabın arkasında mini bir arkeoloji terimleri sözlüğü ile Karain Mağarası hakkında Prof. Dr. Harun Taşkıran’ın kaleminden bir açıklama bulunuyor. İkinci kitabın arkasında da Neolitik çağ hakkında yine Taşkıran’ın bir yazısı yer alıyor. Kitaplardaki kazı başkanı Profesör Taşdelen’in ismi de sanırım buradan geliyor. Serinin üçüncü kitabı Hitit Güneşi’nin arka kapağını okuyunca ise serinin sonlandığını anlıyoruz. Ufuk ve daha sonra ona katılan Gökçe, Yıldız ve Aten’in maceraları bizi sarmışken bitiveriyor. Kim bilir belki film ya da dijital oyun olarak çıkarlar karşımıza… Ufuk dışında diğer üç karakterin, özellikle de Aten’in kız çocuğu olmasını da sevdiğimi söylemeliyim.

Yirmi yılı aşkın bir süredir ilkokul çağı çocuklarıyla çalışan ve İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde sayısız kez müze pedagojisi uygulamış biri olarak söylemeliyim ki çocukların tek bir anadili var; o da oyun!  Cumhuriyetin ilk yıllarında İsmail Hakkı Baltacıoğlu ile oyun yoluyla öğrenmenin ilk adımları atılmış ama sonra unutulup ancak doksanlı yıllarda yaratıcı drama/ eğitimde drama olarak yeniden hatırlanmaya başlanmış. Fakat şimdilerde yeniden oyuna sırtımızı çevirdik. Her yıl gemssteam, hikâye anlatıcılığı gibi başka başka alanlar öne çıkıyor, biri sevilip öteki tüketiliyor. Ancak unutulan yine “oyun” oluyor. Biz çocuklarla çalışan eğitimciler sanat yoluyla, oyun yoluyla öğrenmeyi bir türlü hayata geçirmezken ne sevindirici ki bunu çocuk edebiyatı emekçileri başarabiliyor. Edebiyat yoluyla, oyun yoluyla derdi bir şey öğretmek olmadan çocuğa hatta yetişkine çok şey öğretebiliyor yazarlar ama daha da önemlisi merak duygusunu kamçılayabiliyorlar. Türkiye’nin üç önemli yerinde geçen bu seriyi okuduğunda okurun daha fazlasını öğrenmek isteyeceğinden, dahası kendi gizemli tarih oyunları yaratacaklarından hiç şüphem yok!
UA-135562281-1